Yukarı Fırat Coğrafyasında Madencilik ve Jeopolitik Hesaplar
Bu makaleyi İngilizce olarak okumak için burayı tıklayın.
1941 yılında ABD hükümetinin yayınladığı resmi bir el kitabına göre yabancıların Türk hükümetinin izni olmadan Doğu ve Kuzeydoğu Türkiye'deki bazı illere seyahat etmeleri yasaktı. Ülkenin etrafını saran ve gittikçe kızışan İkinci Dünya Savaşının içine her an çekilme endişesiyle hareket eden Türk hükümetinin bu dönemde yabancıların sınır bölgelerine ve Boğazlar gibi stratejik yollara erişimini kısıtlaması oldukça normal bir önlemdi.
Ancak haritaya bakacak olursak (Şekil 1), erişimin kısmen veya tamamen kısıtlandığı Doğu vilayetlerinin birçoğu Türkiye’nin uluslararası sınırlarından bir hayli uzakta, Anadolu’nun içlerinde kalan engebeli topraklardan oluşuyordu. Bu bölgeler coğrafi yapılarının da etkisiyle onaltıncı yüzyılda imparatorluğa katıldıklarından beri özerkliklerini bir nebze korumuşlardı. Fakat özellikle bölgeye hakim olan Kürt aşiretleri, ondokuzuncu yüzyıl başlarından itibaren Osmanlı’nın modernleşme ve merkezi otorite kurma atılımlarına direnç göstermişler ve çıkan sürtüşmelerden dolayı da yörede ciddi asayiş sorunları yaşanmaya başlanmıştı. Aynı dönemde uluslarası konjonktürde de Rusya, İngiltere, Fransa ve daha sonra Almanya arasında Osmanlı toprakları üzerinde kontrol sağlamak için artan rekabet ve yükselen ayrılıkçı milliyetçilikler nedeniyle çıkan çatışmalar da Fırat Nehri’nin doğusunda yaşayan halkın güvenlik hissini iyice sarsmıştı. Avrupalı güçler 1878’de, felaketle sonuçlanan Osmanlı-Rus Harbi’nin ardından toplanan Berlin Konferansı'nda bölgedeki jeopolitik dengeleri yeniden kurmak için devreye girdiler. Bu amaçla uyguladıkları yaptırımlar arasında gittikçe artan etnik-dinsel çekişmeler karşısında Ermeni nüfusunun nisbeten yoğun olduğu ve imparatorluğun doğusunda Vilayat-ı Sitte adıyla bilinen altı vilayetin bu nüfusların emniyeti için uluslararası denetim altına alınması da vardı. Osmanlı yetkilileri bu düzenlemeyi devlet egemenliğine yönelik derin ve aşağılayıcı bir müdahale olarak addediyorlardı. Denetim uygulamasını Avrupalı güçlerin bölgeyi imparatorluktan tamamen kopartmaya yönelik uzun vadeli planlarının bir parçası olarak görmekte çok da haksız sayılmazlardı.
Berlin Konferansı sonrasında imparatorluğun artan bir ivmeyle dağılması, Birinci Dünya Savaşı’ndaki büyük yenilgi, ve ardından gelen işgalin yarattığı sarsıntı öyle derindi ki, cumhuriyetin kurucu kadroları hedefledikleri toprak bütünlüğünü büyük ölçüde temin edip ülkeyi tabi olduğu uluslarası denetimden çıkarttıktan sonra bile, dış mihrakların muhtemel müdahaleleri ve Fırat’ın Doğusunu ülkenin diğer bölgeleriyle bütünleştirebilmek konusundaki endişelerinden bir türlü kurtulamadılar. Her ne kadar Lozan Antlaşması ile Türkiye egemen bir milli devlet olarak tanınsa da özellikle doğuda fiilen tam anlamıyla asayişi sağlamakta yaşanan güçlükler karşısında 1920'lerin ortalarından itibaren bu bölgeye yabancıların girişini yasakladılar. 1930’ların sonuna doğru artan uluslarası gerilim ve patlayan savaş da bu önlemin devamı için uygun bir gerekçe yarattı. Bu çekişmeli arkaplanı dikkate aldığımızda 1941de yayınlanan yasak bölgeler listesinin Doğu Anadolu’yu kapsayan kısımlarıyla Vilayat-ı Sitte arasındaki örtüşme daha da bir anlam kazanıyor.
Ancak yasak bölgeler konusundaki kısıtlamalar stratejikti ve herkese de aynı şekilde uygulanmıyordu. Örneğin, ondokuzuncu yüzyılın başlarından beri Osmanlı İmparatorluğu ile kapsamlı bir işbirliği yapmış olan Almanya, bu uygulamadan muaf tutulmuş ve Türkiye'nin kadim ortağı olarak Cumhuriyet'in modernleşme projesine ilk yıllardan itibaren büyük ölçekte katkıda bulunmuştur. Ülkelerarası ilişkiler ilk bakışta soyut görünseler de, akışkan ve kolayca konup kaldırılabilen kurallardan oluşuyormuş gibi düşünülseler de, jeopolitik alışverişler fiziksel çevrede kolay silinmeyen pek çok izler bırakır. Bu yazımda iki savaş arası dönemde Türkiye ile Almanya’nın yoğunlaşan ilişkilerini somut yönleriyle ve maddi kalıntılarından yola çıkarak değerlendirmeye çalışacağım.
Maden’de Metruk Bir Silo
İki savaş arası dönemdeki Alman-Türk ilişkilerinin mücessem bir izini Elazığ’ın Maden ilçesinde Maden-Alacakaya yolunun hemen kenarındaki bir otoparkın arkasında yeralan metruk bir beton harabede bulabiliriz. (Şekil 2-3) Bir zamanlar önemli bir tedarik zincirinin parçası olan bu yapı bize hem yerel hem de uluslararası ölçekte karanlık, karmaşık ve gerilimli bir jeopolitik ilişkiler ağının haritasının ipuçlarını verir.
Tarih öncesinden beri büyük bir bakır madenine ev sahipliği yapan Maden, on dokuzuncu yüzyılın sonlarında bir Osmanlı idari merkezi olarak da hizmet vermişti (şekil 4). İmparatorluğun son yıllarında madencilik büyük ölçüde durmuş olsa da, cumhuriyet döneminde ulusal sanayi ve ekonomiye katkıda bulunabilmesi için yeniden işletmeye açılmıştı. Ancak, gerek insan gücü, para ve enerji kaynaklarının azlığı, gerek uzmanlık ve teknoloji eksiklikleri, ve gerekse de elverişsiz arazi ve yetersiz yol ağı nedeniyle, Maden'de çıkan bakırın saflaştırılması için modern bir izabe tesisinin kurulması neredeyse on beş yıl sürdü. Proje nihayet gereken malzemelerin taşınmasını sağlayan demiryolu ağının 1935 yılında Maden kasabasına kadar uzatılmasıyla tamamlanarak, Mersin limanı üzerinden bakır ihracatına başlanabildi.(Şekil 5-7). Bu yeni güzergah, Türkiye’nin Birinci Dünya Savaşı sonrası küçülen coğrafyasında mal ve yolcu nakliyesinin yeniden şekillendirilmesiyle oluşmaktaydı.
Maden ilçesi, bir yıl sonra Guleman'da kromit cevherinin çıkartılmaya başlanmasıyla stratejik bir bağlantı noktası olarak daha da önem kazandı. Başlangıçta kromit Maden'e yük hayvanlarıyla eziyetli dik ve dar dağ yolları üzerinden taşınırken, yol kısa süre sonra kamyon taşımacılığını kolaylaştırmak için asfaltlandı Ancak kapasite artan taleple karşılaştırıldığında çok küçüktü. Taşımacılığı hızlandırabilmek için Poehlig adında Köln merkezli bir Alman şirketi daha madenin işletmeye açılışının ilk yılında Guleman ile Maden tren istasyonu arasında 180 vagonla donatılmış 18 km uzunluğunda dizel motorlu bir teleferik sistemi inşa etti.
Teleferik Maden-Guleman arası taşıma kapasitesini gerçekten de çok artırdı. 1938 yılına gelindiğinde Guleman'ın kromit üretimi on kat artarak yılda 95.000 tona ulaştı—bu rakam Türkiye'nin tüm üretiminin yaklaşık %60'ını oluşturmaktaydı. Açık ocak madenciliği mevsimlik bir faaliyet olmasına rağmen, teleferiğin vagonları yıl boyunca vızır vızır çalışarak gittikçe artan miktarda kromiti Almanya'da işlenmek üzere Madene getiriyor, kromit silodan trenlere boşaltılıp Mersin limanına yollanıyordu. Guleman ulaşım hatlarından o denli kopuktu ki, teleferik sıklıkla Maden'den gıda ve ilaç gibi hayati malzemelerin taşınmasında ve kışın yollar kapandığında da insanların nakledilmesinde başlıca ulaşım aracı haline gelmişti.
Maden, Guleman ve ülkenin diğer bölgelerindeki altyapı, madencilik ve sanayii çalışmalarının yoğunlaştığı pek çok merkezde Krupps, Thyssen ve Siemens gibi Alman şirketlerinin varlığını görüyoruz. O yıllarda Maden Tetkik ve Arama Enstitüsü raporlarındaki isimler Alman jeologların, kimyagerlerin, malzeme bilimcilerin ve mühendislerin bu bölgelerdeki doğal kaynakların araştırılması ve geliştirilmesi ile üretim tesislerinin kurulmasında sağladıkları yardımın ölçek ve evsafı hakkında bize oldukça iyi fikir veriyor.
Aynı dönemde Maden ve Guleman’ın yalnızca üretim ve nakliyat alanları değil, tüm yerleşim çevresi değişim geçiriyor, konut ve kamu alanlarında Avrupai şirket yerleşkelerine benzer yapılaşmalar oluşturuluyordu. (Şekil 9) Yeni yapılar arasında üst düzey idari ve teknik personel için bahçe içinde tek ailelik evler, çoğu mevsimlik işçi olan bekârlar için yatakhaneler, küçük klinikler ve sinema salonları, yüzme havuzları ve tenis kortları da dahil olmak üzere o tarihlerde yerel halkın kendilerine yabancı bulabileceği çeşitli sosyal, eğitim ve dinlenme tesislerini sayabiliriz. Söz konusu tesisler yalnızca ücra bölgelere personel çekebilmek değil, (ne denli kabul gördüğü şüpheli de olsa) tepeden inmeci bir yönetim yaklaşımıyla çoğunluğu Kürt olan yerli halka "medeni bir yaşam tarzı" konusunda örnek teşkil edebilmeyi amaçlıyordu.
Zor Jeopolitik Koşullarda Ortak Bulabilmek
Türkiye’nin Almanya ile bu yoğun bir işbirliğine girmesinde elbette dönemin şartlarının çok önemli bir payı vardı: Birinci Dünya Savaşı'nın ardından her iki ülke de uluslararası ilişkilerde ve ticarette ciddi şekilde kenara itilmişti. Üstelik Türkiye ve İngiltere 1920’lerde Kerkük ve Musul üzerine üzerinde zorlu bir pazarlık yaparken, İngiltere eski müttefiklerine Türkiye'yi siyasi ve ekonomik alanda soyutlamak için oldukça başarılı bir baskı uygulamaktaydı. Buna karşılık Türkiye Almanya ile geçmişe dayanan hukukunu canlandırmaya yöneldi. Cumhuriyetin yönetim kadrosu ülkedeki maddi yaşam koşullarını iyileştirmek, eğitimde reform yapmak, sanayii geliştirmek, ulaşım ve iletişim ağlarını güçlendirmek ve ulusal pazarı bütünleştirebilmek istiyordu. Almanya da daha baştan bu konularda yardımcı olmak için aleste bekliyordu.
Yokluk yoksulluk Türkiye’nin her yerinde hissedilse de Doğu Anadolu’nun şartları bu amaçların gerçekleştirilmesini özellikle zora koşuyordu. Bölge, Ermeni Soykırımı'nın ardından ıssız ve insansız kalmıştı. Neyin nasıl olduğunu pek telaffuz edemeyen resmi ağızlar bile üstü kapalı bir şekilde Ermenilerinden yoksun kalan Doğu Anadolu’nun onların bu toprakları işleme konusundaki bilgi ve becerilerinden, hayata geçirdikleri kültürel ve ticari ağlardan mahrum kaldığını ve dolayısıyla bölgedeki yoksulluğun ve umutsuzluğun daha da ezici olduğunu itiraf ediyorlardı.
Kalan nüfusun çoğunluğunu oluşturan Kürtlerin ise devletle ilişkisi ikircikliydi. Öncelikle Kurtuluş Savaşı döneminde genellikle Ankara Hükümetiyle birlikte hareket etmiş olsalar da, Cumhuriyet kurulduktan sonra kendilerinden sadece itaat değil, kültürel asimilasyon da beklenmesini olumlu karşılamıyorlardı. İkincisi pek çoğu (görünüşte laiklik amacıyla olsa da aslında dinin devlet kontroluna sokulması yolundaki bir müdahale olarak) Halifeliğin kaldırılmasıyla kendilerini kurulan yeni devlete bağlayabilecek en önemli tarihsel bağlardan birinin koparılmış olduğunu hissettiler. Bu gelişmeler bölgenin Osmanlı İmparatorluğunun son dönemlerinden beri merkezi hükümetle zaten gerilimli olan ilişkilerinin (günümüze kadar evrilerek devam eden) şiddetli çatışmalara da dönüşmesine neden oluyordu.
Kısacası, savaşlar arası dönemin istikrarsız ortamında, Türkiye’yi yönetenler hem ülkenin toprak bütünlüğüne yönelik dış tehditlerden hem de (ve belki de daha önemlisi) Fırat'ın doğusunda devlet otoritesine yönelik iç tehditlerden endişe duyuyorlardı. Bu kaygılarla, devletin içe ve dışa yönelik caydırıcılık kapasitesini arttırabilmek için Almanya’yaya döndüler. Ancak o esnada Weimar Hükümeti, Almanya’nın silah geliştirmesini ve satmasını kesinlikle yasaklayan Versailles Antlaşması hükümlerini ihlal etmemek için askeri destek konusunda çekinceliydi. Gerçi bazı eski Alman subayları gayrıresmi olarak Türk ordusuna danışmanlık yapmış ve zaman zaman Junkers gibi şirketler, Weimar hükümetininin endişelerini haklı çıkaracak şekilde, Versailles’ı neredeyse ihlal eden projeler üstlenmişlerdi. Yine de 1930’ların başlarına değin, Almanya'nın Türkiye’deki modernleşme çalışmalarına katkısı daha ziyade danışmanlık, sivil amaçlı projelere destek, endüstriyel mallar ve teknik bilgiler tedarikiyle sınırlı kaldı.
Bu durum 1933 yılında Versailles Antlaşması'nı tek taraflı olarak feshetmeye karar veren Nazilerin iktidara gelmesiyle değişti. Yeni Alman Maliye Bakanı Hjalmar Schacht tarafından 1934 yılında tasarlanan Kliring Anlaşması iki ülkenin kendi aralarında daha fazla uluslararası borç altına girmeden ve döviz transfer masrafına gerek olmadan ticaret yapmasına imkan sağladı. Anlaşma sayesinde Türkiye, satılamadığı için tarlalarda ve silolarda çürüyen tarım ürünlerini ve işlenmemiş madenleri Almanya'nın sanayi ürünleriyle takas edecek, Naziler de gelen endüstriyel hammaddeler sayesinde on yılı aşkın bir aradan sonra ülkelerinin silah endüstrisini geliştirip, cephaneliklerini büyütebileceklerdi. Bu stratejik denklemin olmazsa olmazı ise kromdu.
Kırılgan bir metal olduğu için kendi başına pek kullanımı olmayan krom ondokuzuncu yüzyıl başından itibaren metalürji alanındaki gelişmelerle stratejik bir maden haline gelmişti. Krom alaşıma girdiği demiri daha sert ve paslanmaz kılıyordu, bu nedenle de sanayide, özellikle silah üretimi başta olmak üzere, çok çeşitli kullanımları vardı. Krom hem zırhlı araç, mermi, tank, mühimmat, uçak, çelik boru ve benzerlerinin imalatında hem de bu silahların yapımı için ihtiyaç duyulan makinelerin imalatında vazgeçilmez bir hammaddeydi.
Nazilerin yönetimi ele geçirmesinden sonra hummalı bir şekilde savunma sanayiini yeniden inşa etmeyi hedefleyen Almanya’nın kendi topraklarında krom madeni yoktu. Türkiye ise yerinde işleyecek teknolojisi olmamakla birlikte kromun bol bulunduğu ender dünya ülkelerinden biriydi. Guleman işte böyle bir bağlamda devreye girdi, ve buradan çıkarılan yüksek tenörlü ham kromitin neredeyse tamamı, Türkiye'nin başka yerlerinden çıkarılanlarla birlikte Almanya'ya yollanmaya başlandı. Almanların sürekli artan talebine cevap verebilmek için Türkiye İkinci Dünya Savaşı arefesinde küresel arzın neredeyse beşte birini sağlayarak dünyanın en büyük kromit üreticisi haline gelmişti.
Bir İşbirliğinden Geriye Kalanlar
Yazımın başında belirttiğim gibi Türkiye ve Almanya’nın iki savaş arasındaki dönemde kurdukları girift ve gerilimli ilişkinin tarihini çevrede bıraktığı maddi kalıntılardan yola çıkarak okumak istersek, Doğu ve Güneydoğu Anadolu’nun muhtelif köşelerinde Maden kasabasında bir otoparkın kenarındaki terk edilmiş silo gibi nice örnekler bulabiliriz. Takas anlaşmasına göre Almanya ham kromit karşılığında motorlu nakliye araçları ve römorklar, obüsler, çeşitli büyüklükte toplar, mühimmat, barut, bombardıman uçakları ve savaş uçakları sağlayacak ve Ankara yakınlarındaki Kırıkkale'deki silah fabrikasının yenilenmesine yardımcı olacaktı. Fırat'ın doğusunda altyapı, askeri ve kurumsal tesislerin inşaatı da bu sayede hızlanacaktı. Bu projeler, maden sahalarının yakın çevresinin ve cevherin limana taşınması için transit koridorların inşasının çok ötesinde, Türkiye'nin doğusunu batısıyla birleştirmeyi amaçlayan ve resmi anlatılarda övünçle "medeniyetin gelişi" olarak tanıtılan yollar, demiryolları, köprüler ve askeri tesisleri de kapsıyordu. Takas anlaşmasının desteğiyle inşa edilen bu yapıların kimisi kısmen çürümüş, kimisi başka kullanımlara verilmiş olarak komşu iller ile Dersim/Tunceli ve Elazığ’da bugün hâlâ ayakta duruyor.[1]
Birbirinden çok farklı karakterler arz eden bu iki ilden Dersim, sarp dağlar ve coşkun akarsularla çevrili mahfuz coğrafyasıyla egemen güçlerden kaçan ve asimilasyona direnenlere sığınak olmuş ve yüzyıllardır aldığı göçlerin etkisiyle dini ve etnik yapısı çok heterojen bir nüfusa ev sahipliği yapmıştır. Komşu illerden farklılaşan bu yapısı nedeniyle, Dersim ondokuzuncu yüzyılın ortalarından itibaren Osmanlı’da başlayıp cumhuriyetle devam modernleşme, otoriteyi merkezileştirme, ve nüfusu homojenleştirme politikalarına ters düştüğü yerel halk ile devlet güçleri arasında şiddetli çatışmalara sahne olmuştur. Bunlardan en önemlisi ve yörede derin iz bırakanı, 1937-1938 yılları arasında yaşanan, ve halk arasında Tertele (kırım) olarak bilinen Dersim Harekatı’dır. (şekil 10) Aylar süren bu harekat resmi rakamlara göre yeni oluşturulan Tunceli vilayetindeki köylerin neredeyse üçte birinin yerle bir edildiği, 13.000'den fazla insanın öldürüldüğü ve 12.000'inin de bölgeye medeniyet ve refah getirmek için inşa edilen demiryollarıyla Batı'daki "güvenli" illere sürülmesiyle sonuçlandı. Vilayetin büyük bir bölümünün özel izinli memurlar dışında herkese kapatılmasıyla, altyapısal projelerin inşaatı da hızlandı. (şekil 11). Öte yandan kurulduğu günden beri bir garnizon yerleşkesi olarak gelişen Elazığ, yeni kurulan tam yetkili Umumi Müfettişliğin merkezini ve ilgili tesislerini barındırarak devletin bölgesel kalesi haline geldi.
Her iki vilayette hızla inşa edilen askeri tesislerin planlanması ve uygulaması, tam da hükümetin bölgeyi yabancıların giriş ve çıkışlarına güya kapattığı bir dönemde, Alman teçhizatının ve uzmanlığının desteği ile gerçekleşmekteydi. Bu varlığın somut kanıtlarını Tunceli’nin muhtelif yerlerinde konuşlanan kışlalar ya da Elazığ’da hemen tren istasyonunun yanıbaşındaki Genel Müfettişlik Karargâhı’nda görmek mümkün. Bu binaların yerel mimariye yabancı kütle kompozisyonları ve ithal yapı malzemeleri kadar, tecrübeli Ermeni ustaların artık kalmadığı bir yerde, itinalı mozaik taşı zemin kaplamaları, Alman tipi çatı pencereleri, girift detaylarla oturtulmuş çok katmanlı pencere panjurları gibi ayrıntılar da dikkat çekmekte. (şekil 12-15)
Yabancı gözlerden itinayla uzak tutulan Yukarı Fırat, uluslararası ilişkiler perspektifinden bakıldığında, Türkiye ile Almanya arasında etik açıdan karmaşık bir ilişkinin maddi boyutunun hayata geçirildiği bölgeydi. Türkiye coğrafyası perspektifinden bakıldığında ise, devletin yoğunlaşan ekstrativist ve asimilasyoncu müdahalelerinin yerel ekolojileri dönüştürdüğü, ülke içinde yeni geçiş koridorları açtığı, daha önce birbiriyle bağlantısı olmayan limanları, kömür ocaklarını, ormanları ve madenleri birbirine eklemleyerek milli mekan tahayyülünü yeniden kurguladığı yerdi.
Teşekkür
Bu araştırmanın gerçekleştirilmesinde desteğini veren British Institute of Archaeology in Ankara ve Newcastle University Global Urban Research Unit’e, Elazığ ve Dersim seyahatlerinde yol arkadaşlığı ve mihmandarlık eden Mustafa Balaban ve Barış Yıldırım’a, ve nüansların önemini unutturmayan Deniz Yonucu’ya gönülden teşekkürler ederim.
Dipnot bilgisi
Zeynep Kezer, Yukarı Fırat Coğrafyasında Madencilik ve Jeopolitik Hesaplar, PLATFORM, 12 Şubat, 2024.
[1] Yerel adı Dersim olan bölge Elazığ iline dahilken, 1935 yılında çıkan Tunceli Kanunu’yla ayrı bir vilayet haline getirilerek ismi değiştirilmiştir. Bir sıkıyönetim düzeni öneren kanun bölgenin pasifize edilmesini amaçlamıştır. Bugün daha ziyade Tunceli vilayetinin alanına tekabül ettiği düşünülse de, göçer nüfusunun hareketleri ve bölgesel ilişkiler gözönünde tutulduğunda, Dersim tarihsel olarak komşu illeri de kısmen kapsayan daha geniş bir bölge idi.