“Kimbilir kimler geçmiştir buradan”? 19. yy. Kırsal İyonya’sında Antik Çağla rastlaşmalar
You can read this post in English here.
1950’lerde Atina’daki Nea İyonya mübadil yerleşmesinde yaşayan Gülbahçeli Evgenia K. ve Komnia D. Anadolu’dan gelen iki Rum kadına göre, Aziz Demetrius’un 6. yüzyıl bazilikasının 1890’larda köyün dışındaki bir arazideki keşfi bir şans eseri, sabanla mermerin tesadüfi bir karşılaşması değildi. Aslında bu, Sofia isimli erdemli bir köy kadınını 1896’da rüyasında ziyaret edip, o arazinin sahibi olan babasından orayı kazmasını ve kendisini ‘serbest bırakmasını’ isteyen Aziz’in kutsal bir ricasıydı. Evgenia’nın Atina’daki Küçük Asya Incelemeleri Merkezi’ne ait geniş sözlü tarih koleksiyonunda yer alan anlatımı, tipik bir tezahür hikayesi yapısına sahipti: Aziz’i, rüyasında ilk gördüğünü söylediğinde Sofia’nın kocası onu ciddiye almaz (“Aziz’in kendisini göstermesi için köyde yeterince evlenmemiş kız mı yok? Neden kendisini sana göstersin ki? Kimseye söyleme çünkü köyde alay konusu olmaya niyetim yok”). Aziz’i ikinci defa rüyasında gören Sofia bu kez kimseye söylemeye cesaret edemez. Ancak üçüncüsünde, sarsılmış halde, kocasına ona inanması için yalvarır. Kocası isteksizce kayınpederinin arazisini kazmak ve orada bir şey olup olmadığını görmek üzere tarlaya gider ve işte o zaman bazilikanın kalıntılarını bulurlar. “Antik izler, sütunlar ve diğerlerini bulduğunda, tanıdığı herkese haber vermiş ve böylece herkes kazı alanına gelmiş. […] Çok büyük bir kilise bulmuşlar ve bu kilise Aziz Demetrius’un kilisesinden başkası değilmiş.”[1]
Bazilikanın keşfinin bir rüya ile ilişkisi, İzmir Protestan Okulu’nda öğretmen olan ve kalıntıları çalışmak için 1900’de (İzmir, Urla civarındaki) köyü ziyaret eden George Weber tarafından da doğrulanır (Resim 1). Weber, dört yıl önce, kilisenin yerel bir çiftçi tarafından, rivayete göre kızının rüyasında Aziz Demetrius’tan aldığı tarife göre keşfedildiğini yazar. Weber kalıntılar üzerine çalışır ve bulunanın büyük ölçekli (42 m uzunluğunda), kuzeyinde bir vaftizhane, katekümenler (Hristiyanlığa geçmeye hazırlanan kimseler) için konaklama alanları, geniş bir avlu ve bir narteksten oluşan tipik bir erken dönem Bizans bazilikası olduğu sonucuna varır (Resim 2).[2] Weber ve bir kaç sene sonra onunla birlikte arazi çalışmalarını sürdüren Karl Michel’in[3] yayınları, modern arkeolojinin altın çağında (bakınız: Bahrani, Eldem ve Çelik) olduğu gibi, kalıntıların doğru bir bilimsel değerlendirmesini sağlarken, bu iki mübadil kadının tarifleri bize yerel toplumların bu kalıntıları nasıl algıladığını, onlarla nasıl bağlar kurduğunu ve algılarıyla onları nasıl deneyimlediğini gösteren olağanüstü bir pencere açar.
Yerli halkların arkeolojisi (indigenous archaeology) alanında çalışan Yannis Hamilakis, yerel toplulukların antik kalıntılarla olan ilişkisinin karmaşık olduğunu göstermiştir. Dindar bir Öteki (putperestlik) ile birliktelikten, hayranlık ve saygıya, mevcut ihtiyaçları (sur duvarları) için malzemeyi yeniden kullanmaya, kiliseye dönüşen ile kalıntıların büyüleyici gücünü kutsayıp, kendi hikayeleri ve gelenekleri ile birleştirmek de dahil antik kalıntıların varlığına verilen çeşitli tepkiler. Bazilikanın keşfi bölgede o esnada beraber gelişen iki paralel sürece denk gelmişti. Bir yandan antik Yunan dönemi, ulusal tarihin temel bir unsuru, varlığının ve geçmiş topraklarının kanıtı olarak Yunan ulusal söylemine tamamen entegre edilmekteydi. Öte yandan, bölgede yükselen milliyetçilikle birlikte etnik-dinsel ve ulusal kimliğin birleşmesi, Anadolu’daki Hristiyan Ortodoks toplulukları Yunan devleti için uygun vatandaş adayı, Osmanlılar içinse yerli düşman haline getirdi. Bu sözlü anlatımları yukarıdaki tartışma bağlamında düşünürsek, şu soruyu sorulabiliriz: Yerel Rum halkı, din temelli bir imparatorluktan ulus devlete geçiş döneminde, onlara atfedilen ulusal kimlikleri nedeniyle zorla Yunanistan’a göç ettirilmelerinden sadece birkaç yıl önce, antik dönemi ve antik kalıntıları nasıl algılıyordu?[4]
Bir çok kalıntıyı, sütunu, Aziz Demetrius’un güzel, eski püskü bir ikonasını, vaftiz sularının denize doğru aktığı bir vaftiz kasesini ve Aziz’in, Sofia Hanım’ın rüyasında bahsettiği küçük bir kuyuyu kazdılar. Düz taşlardan yapılmış bu dar ağızlı kuyunun sıradan bir kuyudan pek farkı yoktu. Ayazma [kutsal su], kuyuya ince bir iple tutturularak asılmış küçük bir teneke tasla alınıyordu.
O zamanlar, Gülbahçe’de doktor yoktu. Bu kutsal su ilaçtı. Annem, başı ağrıdığında, ona kutsal su getirmem için beni küçük bir şişeyle gönderirdi. Onların [köylülerin] sahip olduğu her ne [rahatsızlık] olursa olsun, bu su onların ilacıydı.
Kilisenin aşınmış [ana] basamağını görenler merakla ‘Kimbilir kimler geçmiştir buradan?’ diye düşünüyorlardı.[5]
Kilise kazılıp ortaya çıkar çıkmaz çeşitli şekillerde köy yaşamının bir parçası haline geldi. Aziz’in izniyle, köylüler ayazmayı küçük kuyudan alıp iyileştirici bir iksir olarak kullandılar. Aziz, köyü sadece kilise ile değil, aynı zamanda kutsal bir altyapı ve su kaynağı olan ayazmayla kutsarken, köylülerin bedensel bir eylem aracılığıyla geçmişleri ile de bağlantı kurmasını sağlıyordu. Tanrının bu bahşı, Aziz'in kendi sözleriyle açıkça ifade edilmeli ve güvence altına alınmalıydı: Kilise ve kuyu köyden ayrılamazdı ve bu topluluk, ilahi iradeyle bu yere bağlanmıştı. Bu düşünce toplum ve mahal arasındaki ilişkiye yeni bir boyut kazandırır. Neredeyse tüm tezahür hikayelerinde olduğu gibi bu rüya, fiziksel bir keşifle birleştiğinde, bir topluluğun belli bir bölge üzerindeki hak iddiasını destekler. Rüya ve kalıntılar, köylülerin bu topraklarla olan bağını güçlendirmek üzere bir araya gelir. Eğer bu bağ, yüzyıllar boyunca kilisenin basamağından “buradan geçenler” ile paylaşılıyorsa, o zaman, bu sözlü tarih tanıklığında antikiteyle bir süreklilik algısı olduğunu da söyleyebilir miyiz?
Bu toprakla özel bir bağ kurma arzusu, bölgede yükselen ulusalcılık ve güvensizlikten mi yoksa Rum okullarında öğretilen yeni eğitim müfredatından mı etkileniyordu? Yoksa Erythrai bölgesinde yaşayan toplulukların tarih içinde defalarca maruz kaldığı ve sonraki on yıllarda da maalesef tekrarlanan köklü yerinden etme yazgısından mı?[6] İleride bu araştırmanın bulgularını inceleyip, bölgedeki diğer kırsal alanlarda yapılan araştırmalarla birleştirebildiğimde, bu tür soruları daha derinlemesine çözümleyebilmeyi umuyorum. Ancak, mübadillerin anlatımlarından ortaya çıkan, bazilika kalıntılarında kutsal bir maddiyat bulan insanlar ve toprak arasındaki bu ilişkinin çok incelikli olduğu ve tek bir yoruma kolayca sığamayacağı. Bu izlenim, yerli halkın bölgedeki diğer kalıntıları betimlemeleri ve bazilikanın kalıntıları üzerindeki hakları kontrol etme biçimleriyle daha da güçlenmekte.
Gülbahçe köylüleri, çevrelerindeki diğer yerleşim yerlerinde de olduğu gibi, tarlalarında çalışırken sıklıkla antik kalıntılarla karşılaşırlardı. Buluntularını da genellikle köyü zaman zaman ziyaret eden bir ‘arkeoloğa’ satarlardı. Bu tür eserler söz konusu olduğunda, köylülerin ilgisi sadece parasaldı. Bazen de—Litzia’ daki “çok eski, biz ve bizden önceki atalarımız onu böyle bulduk” diye tanımladıkları, köyün çok yakınındaki Roma hamamı örneğinde olduğu gibi—antik alt yapı kalıntıları günlük yaşamların bir parçası haline gelmişlerdi. Diğer antik kentler ise peyzajdaki referans noktalarıydı: üstünde kazan gibi oyulmuş bir kayanın yer aldığı, “yağmurdan suyun toplandığı ve yazın çocukların yıkandığı” prehistorik bir yerleşim yeri olan Kazankaya örneğindeki gibi.[7] Bu gibi durumlarda, bu kalıntıların ya da binaların toplum için özel bir önemi olduğundan pek bahsedilmez. Her kalıntı aynı öneme sahip değildi. Köy halkının bazilika ile arasında özel bir bağ vardı.
Aynı zamanda, aşağıda açıkça görüleceği üzere, Aziz Demetrius üzerindeki haklar, bazen Aziz’in müdahalesiyle kısıtlandı, izlendi ve düzenlendi. Kilisenin bir çeşmeden içen tavus kuşlarını tasvir eden mozaik zemini ile ilgili sözlü anlatımlar, bu konuya önemli bir örnek teşkil eder:
Aziz Demetrius kilisesinin zemini renkli küçük taşlarla döşeliydi. Birçoğu yerinden oynamıştı. İnsanlar, çoğunlukla kadınlar, onları alıp suya koyar ve ekmek pişirmek için o sudan maya yaparlardı.
Bir keresinde, İzmirli zengin bir kadın faytonuyla Gülbahçe’ye geldi. Gülbahçe, İzmir’den 6 saat uzaktaydı. Kilisede bir ayin düzenledi, kilise zemininden üç-dört taş aldı […] ve İzmir’e, evine geri döndü. Gülbahçeli kadınların yaptığını duyduğu gibi küçük taşları suya koydu, o da maya yaptı. Küçük taşları evindeki ikonaların yanına koydu.
Birkaç gün sonra, [köyde] kadının faytonuyla İzmir’den Aziz Demetrius’a döndüğünü gördüler. Söylediğine göre, Aziz Demetrius rüyasında görünmüş ve ona ‘aldığın küçük taşları [kiliseye] geri götür’ demişti. Ne yapabilirdi ki, geri geldi, yeni bir ayin daha düzenledi, küçük taşları yerine bıraktı ve geri döndü.[8]
Bu anlatımdan çok ilginç anlamlar çıkartmak mümkün. Öncelikle, kalıntılarla kurulan ritüel bağlantının başka bir örneğini, tam bir antikite tüketimini görüyoruz. Mozaik taşlar, suya aktardıkları ve daha sonra tüm toplumu, Gülbahçe halkını doyuracak ekmeğin yapımında kullandıkları kutsal güce sahip. Zengin, üst sınıf İzmirli Rumlar da aynı ayrıcalığa sahip olmalı mı? Bu tanrı vergisi, köylülerle toprak arasındaki özel bağa onlar da ortak olabilmeli mi? Ya da kilisenin parçalarını sahiplenmeye hakları olmalı mı? Ekmeği kutsallaştırmaktan öte, taşlar acaba ekmek aracılığıyla kilisenin bir parçasına, yani bir anlamda antikiteye şahsen sahip olabilmenin bir yöntemi olabilir miydi? Aziz, köy kadınlarının lehine karar verdi: ayrıcalıklı yabancılar, ulusal ve dini yakınlıklarına bakılmaksızın, bu özel ritüelin tadını çıkaramazdı. Aziz’le özel bir bağ talebinde bulunmadan, burayı ziyaret edip dua edebilirlerdi—zaten köylüler de hacıların kalabilmesi için kalıntıların yakınına kulübeler inşa etmişlerdi. Bununla birlikte, köy kadınlarının rüyalarında aynı sebeple görünmeyerek, Aziz, bu ritüelin, hak sahibi topluluk üyeleri tarafından devam ettirilmesine dolaylı olarak izin vermişti.
Gülbahçeli Rumlar 1915’te ve ardından son bir kez daha 1922’de köyü boşalttı. Yerinden yurdundan edilmiş başka halklar, bu defa da Balkanlar ve Yunanistan’dan gelen Müslüman mübadiller, onların yerini aldı, Gülbahçe’nin küçük evrenininde kendilerine yeni yuvalar kurup, bu topraklarla yeni bağlar kurdular. Mozaik, sütunlar, ahşap kulübeler şimdi yeniden toprak altında gizliyken ve o köy kadınları çoktan gitmişken, bazilika, belki de Gülbahçe’nin kıyısında yeniden keşfedilmeyi bekleyen, mistik ve hayalci karakterini yeniden kazanmıştır.
Yazarın Notu:
Doçent Dr. Ela Çil (İzmir Yüksek Teknoloji Enstitüsü), Doçent Dr. Elif Koparal (Mimar Sinan Güzel Sanatlar Üniversitesi), ve Dr. Emine Çiğdem Asrav’a bu yayının hazırlanmasındaki değerli yardımlarından dolayı teşekkür ederim. Bu çalışma, Yunanistan Devlet Bursları Vakfı tarafından uygulanan “Doktora sonrası Araştırmacı Desteği – Tur II” (MIS 5033021) Eylemi çerçevesinde, “İnsan Kaynakları Geliştirme, Eğitim ve Yaşam Boyu Öğrenme” Eylemsel Programı aracılığıyla Yunanistan ve Avrupa Birliği (Avrupa Sosyal Fonu) tarafından ortak finanse edilen 2020-2021 arasında Küçük Asya Incelemeleri Merkezinde yer alan bir doktora sonrası araştırmasının parçasıdır.
Dipnotlar
[1] Evgenia K., Ocak 1955, Sözlü Tarih Arşivi, Küçük Asya Incelemeleri Merkezi, Atina, Yunanistan. Tezahür hakkında daha fazla bilgi için bakınız, Charles Stewart, Dreaming and Historical Consciousness in Island Greece (Chicago: The University of Chicago Press, 2012).
[2] Arkeolojik bulgulara ilişkin daha fazla bilgi için Kalkınoğlu ve Pashaeva’nın çalışmalarına bakınız.
[3] Karl Michel, “Die Altchritliche Kirchenanlage von Gülbaghdsche bei Smyrna”, Forschungen zur Kirchengeschichte und zur christlichen Kunst, ed. Walter Elliger, 180-200 (Leipzig, Dieterich’sche Verlagsbuchhandlung,1931).
[4] Osmanlı İmparatorluğunun parçalanma dönemine denk gelen 1912-1923 arası dönem Balkanlar ve Anadolu’da sürekli çatışmalara sahne oldu. Bu bölgelerde yaşayan milyonlarca Müslüman ve Hristiyan yerinden yurdundan oldu. Burada ele alınan bölgede yaşayan Rum nüfusları önce Balkan Savaşlarının ardından 1910ların ortasında ve 1922de iki dalga halinde ayrılmak zorunda kaldı. Son olarak da 1923 Lozan Anlaşması gereği bölgedeki tüm Rum ahali Yunanistan ile zorunlu mübadeleye tabi tutuldu.
[5] Evgenia K., Ocak 1955, CAMS Sözlü Tarih Arşivi.
[6] Kesin olmamakla birlikte, bu dönemde Gülbahçe’de yaşayanların pek çoğunun atalarının kökeninin Ege adalarında olduğunu düşünüyoruz.
[7] Ioannis Mp., Ocak 1959, CAMS Sözlü Tarih Arşivi.
[8] Evgenia K., Ocak 1955, CAMS Sözlü Tarih Arşivi.